Sindirim sistemimizi idare eden bir sinir sitemi vardır ve adı da “Enterik Sinir Sistemi” olarak geçer. Sindirim sisteminin en önemli siniri vagustur. Nervus vagus kraniyal bir sinirdir. Kraniyal sinir ise beyinden çıkıp omuriliği kullanmadan direk hedef organa gider. Nervus vagusun bir farkı daha vardır çoğu kraniyal sinir doğrudan hedef organa giderken vagus bağırsaklara gittiği gibi akciğerlere ve kalbe hatta ses tellerine bile gider. O nedenle stresli olduğunuzda sesiniz çatallaşır, kalp atışınız hızlanır, nefesinizin hafif daraldığını hissedersiniz ve sanki bağırsaklarınızda bir şeyler düğümlenir. Bağırsak ile beyin arasındaki etkileşim sadece sinir yolları ile olacak diye bir şey yoktur. Bağırsaktan salgılanan birçok hormon kan dolaşımı aracılığıyla beyne gider ve buradaki hedeflerine bağlanarak etkileşim göterir.
Tüm bu bilgiler bağırsaklara neden ikinci beyin dendiğini bize göstermektedir. Bağırsak ve beyin arasında doğrudan etkileşim halinde olan hem sinirsel hem de hormonal birçok etkileşim yolu bulunmaktadır. Yani bağırsakta olan bir şey beyni doğrudan etkileyecek demektir. Madem bağırsakta olanlar bu kadar önemli, o zaman bağırsakta yaşayanlar da bizim için önemli hale gelmektedir.
NEDİR BU MİKROBİYATA ?
Mikrobiyom terimi vücutta yaşayan bütün mikroorganizmalar ve onların genetik materyalini, mikrobiyota terimi ise vücudun farklı ekosistemlerinde bulunan mikroorganizma populasyonlarını ifade etmek için (örneğin barsak mikrobiyotası, cilt mikrobiyotası) kullanılmaktadır Bağırsaklarda 100 trilyon mikroorganizma vardır. Bu sayı toplam insan hücresinden 10 kat fazladır.
Mikrobiyatanın oluşumunun başına gidecek olursak fetal hayata, yani anne karnındaki yaşamınıza gitmemiz gerekecek. Bu durumda sezeryan doğanlar biraz şanssızlar çünkü normal doğumda annenin doğum kanalındaki laktobasiller bebeğe geçer. Laktobasiller yıllardır annenizin doğum kanalını ve vajinal florasını korurlar. Bununla birlikte sizin ilk bakterileriniz olurlar ve bağışıklık sisteminiz hemen çalışmalara başlar. Ayrıca bu bakterilerin bebeğin ilk sindirim olayında da faydaları mevcuttur.
Dipnot: Ülkemizde sezaryen doğumları her geçen yıl artmaktadır. Hatta 2015 yılında listenin birinci sırasında yer almaktayız (OECD Sağlık İstatistikleri).
Anne sütü mikrobiyata için de bir kaynak.Anne sütündeki mikroorganizmalar hem bebeği enfeksiyonlardan korurken hem de bağışıklık sistemini olgunlaştırır. Anne sütünün mikrobiyota ile bu denli yakın olması beyin gelişimini de etkilemektedir. Norveç ve Danimarka’da yapılan çalışmalara göre; üç aydan daha kısa süre anne sütüyle beslenmiş bebeklerin beş yaşına geldiklerinde zihinsel beceriler konusunda ortalamanın altında oldukları gösterilmiştir.
Antimiktobiyal tedaviler, aşılama, dezenfektan gibi temizlik ürünlerinin yoğun şekilde tüketimi ve diyet değişiklikleri gibi modern yaşamdaki gelişmeler mikrobiyata üzerinde derin ve kalıcı etkiler meydana getirmektedir.
Mikrobiyota merkezi sinir sistemi hücreleri ile nöral, endokrin ve immün yollar aracılığı ile iletişimde olmakta ve beyin fonksiyon ve davranışı etkilemektedir.
MİKROBİYATININ VÜCUDA FAYDALARI
Seratonin
Vücuttaki toplam serotonin düzeyinin yüzde 80’i bağırsak duvarından salgılanır. Bağırsak bakterilerimizdeki değişiklikler stres, kaygı, depresyon gibi durumları tetikleyebiliyor. Bağırsaklarımız ve bağırsak bakterilerimiz bazı nörokimyasallar üreterek beynin ruh, hafıza ve öğrenme durumunu etkiliyor. Mutluluk hormonu olarak bilinen “Serotonin” eksikliğinde huzursuzluk, stres, kaygı, sinirlilik, depresyon gibi belirti ve hastalıklar görülür.
Obezite
Mikrobiyota beslenmemizi bile etkilemekte. Şöyle ki eğer siz karbonhidrat tabanlı beslendikçe provotella adlı bakterilerin sayısını arttıracaksınız. Siz şeker tatlı yedikçe onlar güçlenecekler ve diğer bakteri gruplarına zarar verecekler. Yani tek tip beslenme ya da canınız ne çekerse onu yeme fikri mikrobiyota açısından pekte sağlıklı olmamakta. Söz konusu sağlıklı mikrobiyota olduğunda bağırsaklardaki mikrobiyota çeşitliliği önem arz etmekte. Yapılan çalışmalar obez kişilerde bakteri çeşitliliğinin az olduğunu göstermiştir.
Obezitenin sebebi çözmek isteyen bilim adamları ; genetik olarak obeziteye yatkın farelerin, mikropsuz steril ortamda yetiştirildiklerinde kilo almadıkları gösterilmiştir. Bu sonuç obezite ile mikrobiyota arasında ilişki var mı, sorusunu akıllara getirmektedir. Bunu öğrenmek isteyen bilim insanları aynı fareyi normal ortamda yetiştirmişler ve genetik olarak yatkın olduğu için fareler obez hale gelmişlerdir. Burada bilim insanları oldukça ilginç bir şey denemişler. Obez olan farenin mikrobiyotasını steril ortamda yetişen ve obez olmayan hayvana transfer etmişler. Mikrobiyota transferini takiben obez olmayan hayvanlar hızla obez hale gelmeye başlamışlardır.
FMT (Fekal Mikrobiyota Transferi)
Mikrobiyota transferi demişken bu ilginç olaya bir göz atmak gerek. Fekal mikrobiyota transferi sağlıklı bir kişiden alınan bağırsak mikroorganizmalarını başka kişinin bağırsaklarına nakletmeye denmektedir (bunun için dışkı bağışında bulunulabilir).
İnatçılık & Mücadele
Yapılan bir çalışmaya göre farelere enjekte edilen bir bakteri türünün ardından, bakteri enjekte edilen farelerin normal farelerden daha inatçı ve mücadeleci oldukları gözlenmiştir. Bilim adamları bununla da kalmayıp stresi tetikleyen hormon olan kortikosteron değerlerine bakmışlar ve tabii ki bakteri enjekte edilen farelerin değerleri daha düşük çıkmış.
Depresyon
Yapılan bir çalışmaya göre bazı bakterilerin depresyonda olan insanlarda daha yüksek olduğu gözlenmiştir. Bu kişilerin mikrobiyotası farelere transfer edildiğinde farelerin bile depresyona girdiği gözlenmiştir.
Bir başka çalışmada sıçan yavrularını annelerinden ayırdıklarında depresyona giren yavrulara bir çeşit bakteri veriliyor ve ilginç şekilde bu bakteri grubu nöral tabanlı bir rahatlamaya yol açıyor. Bu bakteri türüyse yenidoğan bağırsağında ve probiyotik besinlerde bolca bulunmaktadır. Probiyotik gıdalar depresyon ve anksiyete gidermede o kadar etkilidir ki bilimsel literatürde psikobiyotik olarak kategorize edilmişlerdir. Prebiyotik, bir barsak mikro-organizmasının diğerine göre daha fazla gelişmesini teşvik etmek, probiyotik ise özel bir mikroorganizmayı oral ya da rektal yoldan almak olarak tanımlanmaktadır
Şizofreni
Mikrobiyotanın değişmesi şizofrenideki NMDA işlev bozukluğuna neden olabilir (Nemani ve ark. 2015). Gastrointestinal sistemden sistemik dolaşıma sızan antijenlerle oluşan immun yanıt şizofreni de rol alabilir. (Na ve ark. 2014).
Otizm
Valporik asit verilen hamile farelerin yavrularında otistik davranışlar gözlenmiştir. Otizm özellikleri gösteren farelerin bağırsaklarında bir bakteri türü daha düşük bulunmuştur. Bununla birlikte bu bakteri türüyle beslendiklerinde çoğu semptomun ortadan kalktığı gözlenmiştir. Yüksek karbonhidratlı beslenme sonucunda bağırsaklarda kısa zincirli yağ asitlerinin üretiminin arttığı ve bunların sistemik dolaşıma karışmasıyla otistik davranışlara neden olduğu yönünde görüşler de vardır (Macfabe 2012)
SON SÖZ
Görüldüğü üzere; bunca anlatılan şey ne yersek oyuz. Tabii bu konu güncel ve üzerinde yapılan çok az çalışma mevcut. İlerleyen yıllarda etkilerini daha net göreceğiz. Ama şunu yapmakta fayda var diye düşünüyorum en azından depresyon durumlarında probiyotik içeren besinler tüketerek bir nebze olsun kendimize yardım edebiliriz. Gelişen ve küreselleşen dünyada yediğimiz çoğu şeyin kimyasallarla dolduğunun hepimiz farkındayız. Etiket okumayı alışkanlık edip sağlığımızı korumak için adımlar atabiliriz. Dışarıdan tüketmek yerine bir şeyleri ufakta olsa kendimiz yaparak başlayabiliriz. Bağımlılık yapan yiyeceklerden uzaklaşarak özellikle şekerin dopamin etkisini azaltarak daha dengeli beslenerek sağlıklı bir mikrobiyata oluşturabiliriz. Bu bedende yalnız değiliz içimizde bizimle savaşan, destek olan binlerce mikroorganizma var. Birazda onları düşünerek hareket etmekte fayda var.
KAYNAKÇA
- KARAİSMAİLOĞLU Serkan, Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum,2017
- CEYLAN M. Emin, EVRENSEL Alper, Bağırsak Beyin Ekseni: Psikiyatrik Bozukluklarda Bağırsak Mikrobiyotasının Rolü, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar s.461-472.