Kısacık hayatlarımızda ve kısıtlı zihinlerimizde her gün, her dakika, yeni amaçlar doğuruyoruz. Gece başımızı yastığa koyduğumuzda sabah hangi saatte kalkacağımızı, uyandığımızda neler yapacağımızı, hangi ödevlerimizi bitireceğimizi planlıyoruz. Bir bakıma bu amaçlar doğrultusunda yaşıyoruz. Bunlar olmadan herhalde sabah yatağımızdan kalkamazdık. Peki bir sabah uyandığınızda kollarınızdan tutup sizi ayağa kaldıracak bir amaca sahip olmadığınızı düşünün. Kulağa ne kadar ürkütücü geliyor, değil mi?
Sabah uyandınız ilk yaptığınız iş saate bakmak oldu. Fakat artık saatin üzerindeki sayılar bir anlam ifade etmiyor. Yetiştirmeniz gereken bir ödeviniz, yetişmeniz gereken bir ders, mamasını vereceğiniz bir evcil hayvanınız, günaydın diyeceğiniz bir aileniz, arkadaşınız yok. Vücudunuzu, yatağın duvara dönük tarafına çeviriyorsunuz. Kalbinizi uyku sersemliğiyle birlikte bir karanlık kaplıyor. Boğazınız düğümleniyor. Hayatın çaresizliğine devam etmek istemiyorsunuz fakat bir şekilde yorganınızı üstünüzden atmayı başarıyorsunuz. Ayağa kalkıyor, lavaboya yöneliyorsunuz. Sessizlik kulaklarınızı sağır ediyor. Yüzünüzü yıkarken aynaya bakıyorsunuz, gözlerinizin altı morarmış ve gözlerinizin akı kıpkırmızı. Ürperiyorsunuz yaşamın boşluğu ve zorluğu karşısında. Çığlık atmak geliyor içinizden fakat kimsenin duyamayacağını biliyorsunuz. O çığlık ses tellerinizde, ses tellerinizin oluşturduğu parmaklıkların ardında hapsoluyor. Mutfağa doğru adımlar atmaya başlıyorsunuz, kahve makinesini çalıştırırken kollarınızın ne denli halsiz olduğunu fark ediyorsunuz. Ne kadar hassas, ne kadar zayıf bir durumda olduğunuz gerçeği gözlerinizi sulandırıyor, halsizleşiyorsunuz.
Kahvaltı yapmak istemiyorsunuz, zaten midenizin varlığını bile hissedemiyorsunuz. Düşünülmesi gereken bir eylem kırıntısı bile belirmiyor kafanızın içinde. Kahvenin ve gün ışığının etkisiyle şu düşünceler beyninizin duvarlarına çarpıp çarpıp geri dönüyor. ” Değersiz amaçların getireceği kısa mutlulukların umuduyla yaşamak ne kadar doğru? Hayat sürekli elime bir amaç tutturuyor fakat bunlar kum misali parmaklarımın arasından kayıp gidiyor. Demek ki bunların hiçbiri benim nihai amacım olamaz, olamıyor. Fakat bu zorlu hayatımı da bir şekilde devam ettirirken yapmam gereken şey bu büyük düşünceye ulaşmak. ”. Gözleriniz, yaşaracak kadar uzun süre kırpılmadan açık kalıyor. Bu büyük amaç fikrinin ürperticiliğinden korkarak onun ellerinden tutuyorsunuz. Onu, sizi bu karanlık, soğuk bulutun içerisinden çıkaracak sıcak ve parlak bir güneş gibi kucaklıyorsunuz. Daha önce sorgulamadığınız, üzerinde düşünmeyi aklınızdan bile geçirmediğiniz hayat hedefleriniz gözlerinizin önünden yavaşça geçiyor. O hedeflerden en büyüğünün gerçekleşmesinin bile size sürekli bir mutluluk getirmeyeceğini fark edince kaskatı bedeninizden aşağı kaynar sular dökülüyor. ” Ya sonra ne olacak? ”. Önemsiz hedeflerinizin hiçbirinin sizi uzun süre tatmin edemeyeceğini ve hedeflerinize ulaştığınızda istediğiniz gerçek şeyin bu olmadığını kavramaya başlıyor, ellerinizin ve bacaklarınızın titremekte olduğunu fark ediyorsunuz.
Oturduğunuz koltukta geçirdiğiniz saatler süren düşünme fırtınalarından sonra bir fikir sizi tatmin edecek kadar yoğun ve sert bir kıvamda beliriyor:
”Benim amacım, yaşamın amaçsızlığını kabul edebilmektir. Asla ulaşamayacağım bu amacın beni bir akarsuyun üzerindeki yaprak gibi sürüklemesine izin vermektir. ”