Kafamı sağ tarafa çevirdiğim vakit; sandalye, kova, eldiven, klasör, dezenfektan, su şişesi, telefon, kitap, kağıt parçası, peçete, çekmece, duvar, kapı, klavye, bilgisayar ve daha fark edemediğim birçok eşya görüyorum.
Sessiz olup, etrafı duymaya çalışıyorum. İnsan sesi. Pardon, insan sesleri. Konuşan bir kişi değil. Koridorda pek çok ses var, birbirine giren. Birisine odaklanmak istiyorum ama duyamıyorum. Ayırt edilemez bir ses bu. Daha çok vızıltıdan gürültüye dönmüş bir biçimde varlığını sürdürüyor.
Ortamda ışık var, her yere farklı vuruyor. Işığa doğru bakınca gözlerim kamaşıyor, bir süre sonra bakamıyorum. Zarar konusunda karar vermem gerek. Sanırım ya ışığa ya da gözlerime zarar vereceğim. Işığa odaklanmayı bırakıp, etrafıma bakıyorum. Düşünüyorum, onlar da ışıktan rahatsız mı? Sormaya karar veriyorum.
Duran eşyalara gözlerimi dikip, sertçe bir bakış atıyorum. Onların üzerinde tahakküm kuruyorum! Sormaya başlıyorum: “Siz de ışıktan rahatsız mısınız?”
Soruma yanıt vermek zorundalar çünkü ben onlardan üstünüm, onları istediğim gibi hareket ettirebilirim ama onlar bana bir şey yapamaz. O da ne! Eşyalar bana yanıt vermiyor. Çok sinirleniyorum. Çıldırıyorum. Derin bir nefes almaya karar veriyorum.
Biraz dinlenip, kendime gelmeye çalışıyorum. Sanırım şimdi daha iyiyim. Yazıdaki asıl niyetime dönmeye karar veriyorum yavaşça.
Bulunduğum yere tekrar bakıyorum. Anlamlandırmaya çalışıyorum. Burası insanların “oda” dediği bir yapıya benziyor. İçinde de hastaların oturabileceği sandalye var. Karşısında da taburemsi bir oturak bulunuyor. Muhtemelen burada bir hemşire, karşısına oturan hastadan kan alıyor. Dezenfektan ile hastalar giderken ellerini temizliyor. Kağıt belgeye de yapılan işlemler yazılıyor olmalı.
Gelen gürültüler de koridordaki “hasta”ların sesleri olmalı. Şimdi her şey biraz daha netleşiyor. Uğultular hasta yakınlarından da geliyor olabilir. Kim konuşursa konuşsun sağlıkla alakalı konuşmalar olduğu açık. Sesler aşırı yükselmediği takdirde işletme açısından bir sorun olduğu da pek düşünülemez. Ne zamanki birisi çığlık atmaya başlar, o zaman sağlık çalışanları koşması gerektiğini bilir.
Bu durumda ortamdaki ışık ise tedavi alanı ve koridoru aydınlatan, amacı insanlara yardımcı olmaya dönüşen bir destekten başkası olmuyor.
Yavaş yavaş durum anlaşılıyor. Az önce ayrı ayrı tek başına olan eşyalar, sesler ve ışıklar aslında bütünün bir parçasını oluşturuyor. Bunu pasta ya da herhangi bir yemeğe benzetebiliriz. Önce pasta malzemeleri alınıyor. Malzemeler tezgaha konuluyor, her biri tek başına anlamsız olan nesneler, bir araya geldiğinde pastayı oluşturuyor ve biz ona artık “Süt” ya da “Şekerli vanilin” demek yerine “Pasta” ismini koyuyoruz.
İnsan zihnine baktığımızda ise benzer şekilde çalıştığını görüyoruz. Herhangi bir sahile gittiğimizde, bağımsız olarak her biri ayrı olan bireyleri tek tek algılamıyoruz. Onları bütünün bir parçası olarak algılama eğilimine sahip oluyoruz.
Yaşları birbirine yakın iki karşıt cinsi de ayrı bireyler olarak algılamaktan ziyade beraber görüyoruz. İki ayrı bireyi, tek bir isimle niteliyoruz. Hele bir de el ele tutuşuyorlarsa direkt tanıyı koyuyoruz. Sevgili!
Benzer örneği iki tanesi yaşça büyük, iki tanesi de yaşça küçük insan taneleri için de verebiliriz. Onlara da muhtemelen “Aile” tanısını koyarız.
Beynimiz açısından bakarsak bu yöntem kesinlikle oldukça işe yarar diyebiliriz. Tüm kişileri, sesleri, ışıkları, nesneleri ayrı ayrı algılamak kesinlikle beynimize çok ağır gelirdi. Hatta beynimizdeki bu filtre etme özelliğine sahip olmayanları “psikotik” bir beyne benzetiyoruz.
Davranış kalıpları da bu filtreden etkileniyor. Bunun için birkaç örnek vermem yeterli olabilir diye düşünüyorum. Örneğin insanlar kiminle öpüşür? İnsanlar kimden çocuk yapar? İnsanlar kiminle tokalaşır? İnsanlar kiminle yumruk yumruğa kavga eder?
Tüm bu sorduğum yanıtlara çoğunuz bir saniye bile düşünmeden yanıt vermişsinizdir. Belirli davranışlar, belirli insanlarla yapılır. Peki tam tersi olsaydı?
Çocuk yaptığınız kişi eşiniz olmasaydı?
Öpüştüğünüz kişi yalnızca öylesine bir arkadaşınız olsaydı?
Tokalaştığınız kişi mahkemelik düşmanınız olsaydı?
İş bu noktada belirsizleşiyor. Düşündüğünüz kalıp, düşündüğünüz kişi ile gerçekleşmedi ve müthiş bir belirsizlik başladı.
Örneğin bir arkadaşınız ile dudaktan öpüştünüz. Bir saat sonra “Ne yaptım ben?” yahut “Biz şimdi neyiz?” soruları zihninizde başlar. Bu durumu bir başkasına anlatırken de sıkıntı çekersiniz. Muhtemelen gelecek ilk soru: “Ne zamandır birliktesiniz? Hiç anlatmadın” olacaktır. Oysa siz bile kendinize hiç anlatmadınız. Her şey birkaç dakika içinde gerçekleşti.
Duygular ve davranışlar, isimlendirme/etiket tanımadı. Gerçi bu davranışı yeni bir ismin ilk adımı olarak da değerlendirebilirsiniz. Belki de bu davranış sonrası isim gelecektir. O zaman her şey yerine oturur. Siz artık bir “şey” olmuşsunuzdur.
Üçüncü senaryoyu düşünelim; birçok şey yaşadınız ancak ortada hala bir isim yok. Bu durum için ne yaparsınız?
Muhtemelen durumu isim koymadan olduğu gibi tanımlamaya yine çalışmazsınız. Bu sefer de yeni isim bulursunuz. Belki bu isim bu sefer “Takılmalık” olur.
Peki insan bu kadar isim koymaya neden ihtiyaç duyar? Davranış olduğu gibi tanımlanamaz mı? İlla isim mi koymak gerekir aradaki davranışa?
Cevap muhtemelen evet. Çünkü isimlendirme, tanımlama, kategorileştirme, etiketleme beynimizin işlerini kolaylaştırır da ondan. Buna hastane örneğinden yola çıkarak yanıt verebiliriz.
Bir hasta geldi ve size başvurdu diyelim. Şikayetleri ateş, mide bulantısı, idrar yaparken yanma ve yorgunluk. Bu hastayı tedavi edebilmek için önce tanısını koyabilmeniz lazım. Tanısını koyduktan sonra tanıya uygun tedavileri yapmanız gerekir.
Yani bir durum ile ilerleyebilmeniz için önce onun ismini koymak lazım. İsmini koymadığınız durumlardan korkarsınız, bilinen hiçbir şeye benzemeyen durumlar sizde kaygı oluşturur.
Bir şeyin ismini koyduktan sonra o durum zor da olsa nasıl baş edeceğiniz konusunda fikriniz olur. Koyduğunuz tanı zor da olsa ona uygun tedavi planı yaparsınız.
İsim koymak belirsizliği azaltır, sonuç kötü de olsa sizin yolunuzu görebilmenizi sağlar.
Tabii isim koymanın ve bu isim adı altında beklenen davranışlara aykırı hareket etmenin getirdiği suçluluk duyguları da gerçekleşebilir. Örneğin evli olan birisinin başkasıyla öpüşmesi gibi.
Bu da isim koymanın ve ismin gerektirdiği beklenen özelliklere uyum sağlamamanın yani diğer deyişle ismi çiğnemenin yan etkileri olacaktır.
İsimlendirme yapıldığı vakit, davranışlar üzerinde müthiş bir tahakküm oluşacaktır ve bu sefer de o isme uygun hareketler dışında bir şey yapılamayacaktır. O isme uymayan davranışlar yapıldığında, kalıplara sahip kişilerin gözleri, sizi kınayabilecektir.
Belki bir gün bunun üzerine de yazarım.
İnsana evvela gönül rahatlığı gerek. Gerisi bir şekilde hallolur azizim. Unutmayın ki ruh ve beden sağlığı bir bütündür. Birisi iyi olmadan diğeri de iyi olmaz.
Ancak benim görüşüme göre; ruh sağlığı daha da önemlidir. Ruhunuz iyi, yanınızdakiler destekçi ve yaşadığınızı da hissediyorsanız; fiziksel sakatlıklar yalnızca birer tıkaç olur.
El ele verir, beraber atlarsınız o engellerden!
Lakiniz ruhunuz sakat, yanınızdakiler köstekçi ve bir yaşam belirtiniz de yoksa bedensel zindelik ne işe yarar azizim? Söyle he, ne işe yarar? Susma, söyle dedim! Söyle! Söyle!
Öfkeli değilim, kırgınım.
En çok da kendime.
En çok da kendime.
Gönderinin Yazarı

Psikiyatri hemşireliği alanında uzman hemşiredir.
Toplum ruh sağlığı, varoluşçuluk, evrimsel psikoloji, felsefe, tiyatro, tarih ve teknoloji sever.
Ruh sağlığına yönelik çeşitli hizmetlerde gönüllü olarak görev alır.
Hayat yolcusu ve insan yavrusudur.
E-posta: enestapli@gmail.com