Murat Yıkılmaz‘ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:
Her canlının yaşamının bir sonu vardır. Ölüm, varoluşçu felsefe ve varoluşçu psikolojinin temel kavramlarından birisidir. Hayat ve ölüm birbirine bağımlıdır ve aynı anda vardır. “Ölüm hayatın perdesi ardında sürekli sesini duyurmakta, yaşantı ve davranış üzerinde büyük etkide bulunmaktadır”. Ancak, yaşamımız olanca hızı ile sürerken ölüm ve yaşamın aynı anda varolduğuna da inanmak zordur. Heidegger “herkes kendi ölümünü ölür” demiştir. Dolayısı ile ölüm insanın yalnızlığının en sert ifadesidir. Göka’ya göre “İnsanlar bilinmeyen bir zamanda kendileriyle birlikte en değer verdikleri yakınları ile hep birlikte ölüme yazgılıdır. Sürüp giden hayat, bir hayal perdesine benzetilebilir ve yaşam ancak bu beyhudeliği unutarak gerçekleştirilebilir”. Ölümün önemi “varoluşun temelinde yatan tek mutlak gerçek olması” ve “ölümden daha açık bir şey olmaması” ile ilişkilidir. Ölüm “kadim bir hakikattir”. Heidegger’in deyimiyle ise ölüm “başka bir olasılığın olanaksızlığı” durumudur. İnsan “ölmek zorunda” olan, ölüme doğru yaşayan bir varlıktır. Otto Rank, insanın bağımsız bir varlık olma çabasının yaşamın özü olduğunu ileri sürmüştür. Dölyatağındaki çabasız varoluşa dönme isteği ya da çevresiyle bütünleşme eğilimi ise bu özün karşıtıdır. Rank, bu durumu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır.
Ölüm varoluşsal açıdan varlıksızlık tehdidinin en açık biçimidir. Ölüm, biyolojik bir son olmasının yanısıra varolmama tehdidini de temsil etmektedir. Dolayısı ile ölümden kaçamayacağını farkında olan insan varoluşsal bir kaygı da yaşamaktadır. Bir kişi için ölümün anlamı hem kişisel hem de sosyokültürel değişkenlerle ilişkilidir. Ölümün anlamı ölüm olayının kişinin başına gelmesi ile ilgili değil ölüm olgusu karşısındaki duygularına ve yorumlarına bağlıdır. Çünkü insanların ölüme ilişkin anlayışları, ölümlere tanık olarak gerçekleşir. Bir hayvan ya da insanın ölümünü görmek ölüm anlayışımıza katkıda bulunabilir. Bu şekilde gelişmiş olan ölüm anlayışı yaşam ve ölüm kavramları arasında bir köprü kurmak için yetersizdir. Ölüm bu yüzden daha önce hiç yaşanmamıştır.
Bilinçaltımızda dünyadaki yaşamımızın bir sonu olduğunu düşünmek kabul edilebilir değildir. İnsanın yaşamı sona erecekse de bu ancak dışarıdan gerçekleştirilecek bir saldırı ile olur. Bilinçaltımızda hissettiğimiz şey ölmek değil öldürülmektir. İnsanlar, kendi varlıklarından olduğu gibi ölümlerinden de sorumludur. Bu sorumluluk insanın seçtiği bir sorumluluk değildir ve yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır.
Ölüm korkusu kimi bireylerde genel bir huzursuzluk şeklinde dolaylı olarak kendini gösterir ya da başka bir psikolojik bozukluk şeklinde ortaya çıkar. Kimi bireyler ölümle ilgili açık ve bilinçli bir anksiyete yaşarken, kimileri için ölüm korkusu bütün mutluluk ve sevinci engelleyen bir dehşet haline gelir.
Varoluşçu açıdan, ölüm inkâr edildiğinde hayat küçülür; tersine ölümün kabullenilmesi hayata bir kesinlik hissi verir. Ölüm düşüncesi insanın oyalanmalar, sakinleştiriciler ve önemsiz kaygıların kontrolünden kurtulmasına yardım eder. Ölüm fiziksel olarak bedenin varlığını tehdit eder, ancak ruhsal olarak da insanı korur. Bu koruma, yaşamın değerli, özel ve güzel bir şekilde yaşanması olarak anlaşılır. Ölüm korkusu ölümün kaçınılmazlığının farkında olmayla yaşama arzusu arasındaki gerilimden kaynaklanır. Ölüm o kadar büyük bir önem taşır ki, eğer uygun bir şekilde yüzleşilirse insanın hayata bakışını değiştirir ve hayata gerçekten otantik bir dalışı sağlar. Bu yüzden insan kendi ölümünü düşünmeye çalışmalı ve bu trajik ancak kaçınılmaz olguyla daha az korku duyarak yüzleşmeyi öğrenmelidir. Çünkü insanlar ancak kendi ölümlerini tasavvur etmeye başladıklarında bir şeyleri değiştirmeye başlayabilirler. Yalom ise ölümün otantik bir yaşam yaşamakla olan ilişkisini “Ölümün hayatla birleştirilmesi, hayatı zenginleştirir; bireylerin kendilerini önemsiz şeylerle bunaltmaktan kurtarmalarını, daha anlamlı ve daha otantik yaşamalarını sağlar. Ölümün tam farkında olmak, kökten kişisel değişimlere neden olabilir” cümleleri ile anlatmıştır.
Varoluşsal ölüm korkusunu fark eden, onunla yüzleşmekten çekinmeyen ya da paradoksal biçimde söylenecek olursa gerçekten ölümden korkmayı başarabilen insan ölüm bilincine ve hayatın anlamına ulaşmış olur. Yaşamdan korkmayanlar, ona anlam verebilenler ölümü daha gerçekçi biçimde kavrar ve ondan korkmazlar. “Yaşamdan hep korkanlar ve ona bir anlam veremeyenler ölüme de bir anlam veremezler”. Benzer şekilde Ewen ölüm olasılığı ile yüzleşildiğinde yaşamın daha anlamlı olacağını belirtmektedir.
İnsanların ölüm korkusu ile başa çıkması, yaşamını ölmeyecekmiş gibi sürdürmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde yaşam anlamsızlaşır ya da ürkütücü hale gelir. Ölüm korkusuyla başetme yolunun temelinde ise “ölüm bilinciyle donanmak” vardır. Bu çerçevede Kübler-Ross “sanırım hayatta gerçekten karşımıza çıkmadan önce ölüm ve ölmek üzerine düşünmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz” sözleriyle ölümün ölmeden önce düşünülmesi gereken bir şey olduğunu vurgulamıştır.
İnsanın ‘kendi ölümüyle’ yüzleşmesi benzersiz bir sınır durumdur ve insanın dünyada yaşama şeklinde büyük bir değişim yapma gücüne sahiptir. Ölümün farkında olmak insanı gereksiz meşguliyetlerden kurtarıp hayata derinlik, lezzet ve tamamen farklı bir bakış açısı kazandırır.
Kaynakça ve İleri Okumalar:
- Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Psikiyatri hemşireliği alanında uzman hemşiredir ve acil serviste çalışmaktadır.
Toplum ruh sağlığı, varoluşçuluk, evrimsel psikoloji, felsefe, tiyatro, tarih ve teknoloji sever.
Ruh sağlığına yönelik çeşitli hizmetlerde gönüllü olarak görev alır.
Hayat yolcusu, insan yavrusudur.
E-posta: enestapli@gmail.com