Geçmişten günümüze kadar olan dönemde ruhsal bozukluğu olan bireye çok çeşitli yaklaşımlar sergilenmiştir. İlk çağda hastalıkların doğa üstü güçlere bağlandığı, animistik düşüncenin egemen olduğu görülmüştür. Büyücü hekimler ve şamanlar çeşitli törenler, danslar, ruhları saklayan eşyanın yok edilmesi, çılgınlık nöbetleri ve trans durumları ile zararlı ruhları kovarak hastalıkları iyileştirmeye çalışmıştır (2,3).
Eski çağda, ruhsal bozukluğu olan bireye yönelik belirgin bir stigmatize edici yaklaşım gözlenmemiş, sadece hastayı iyileştirmeye yönelik çeşitli yollar denendiği belirtilmiştir. Mısır, İbrani ve Yunan uygarlıklarının gelişmesiyle, insanlık tarihinin düşünme, çevresindeki evreni gözleme ve olaylar arasında sebep sonuç ilişkilerini araştırma dönemi başlamıştır. Bu dönem, hastalıkları kötü niyetli kuvvetlerin oyunu ve tanrısal ceza sayan görüsün yanında, ruhsal bozukluğun da sebep-sonuç ilişkisine bağlı bir hastalık olduğu ve tedavi edilmesi gerektiğini ileri süren görüşlerin gelişmeye başladığı dönem olmuştur (3,4,5,6).
Hipokrat ruhsal bozuklukları doğal etkenlerle açıklamıştır. Hipokrat, o zamana kadar kutsal bir hastalık olarak bilinen epilepsinin bir beyin hastalığı olduğunu savunarak hastalıklara bilimsel bir bakış açısının geliştirilmesinde etkili olmuştur (3,6,7). Hipokrat gibi bilim adamlarının çalışmaları sonucunda ruhsal hastalıklara bakış açısı değişmeye başlamıştır. Hipokrat’tan sonra Eflatun, Aristo, Aesclapiades, Cicero, Soranos gibi filozoflar da akıl hastalıklarının doğal olaylarla açıklanmasına katkıda bulunmuştur (3). Ruhsal bozukluk giderek sadece korkulan ve rahatsız olunan bir durum olmaktan çıkmış, hakkında daha kabullenici ve insancıl yorumlar yapılmaya başlanmıştır (8). Aydınlanış dönemi çok uzun sürmemiş, orta çağda gerileme olmuş ve milattan sonra 3. yüzyılda hastalıkların oluşumu hakkında yeniden gizemli, büyüsel düşünce egemenlik kazanmaya başlamıştır. Musevi ve Hıristiyan din kitaplarındaki açıklamalar, ruhsal bozukluğu olan bireye yapılan işkencelerin ve yok etmelerin kaynağı, destekçisi olarak kullanılmıştır (3).
Orta Çağ Avrupa’sında sağlık hizmetleri büyük ölçüde İsa peygamberin felsefesinin etkisinde kalmıştır. O dönemde hemşireler toplumda güçlü yerlere sahiptirler ve İsa’nın kardeşlik, sevgi ve şefkat düşüncesinin ışığında insanlara inançları, fiziksel bakımları ve ruhsal gereksinimleri doğrultusunda bakım yapmaktadırlar (9). Ancak bu hizmetlerden ruhsal bozukluğu olan birey etkin bir şekilde yararlanamamıştır. Çünkü Orta Çağ Avrupa’sında ruhsal bozukluğu olan birey büyücü, tehlikeli kabul edilmiş ve şeytanın yakaladığı bir büyücü olarak avlanıp, diri diri yakılmıştır (3,5,8). Sadece İskoçya’da 20.000 insan yakılarak öldürülmüştür. Özellikle 15. yüzyılda ruhsal bozukluk, Batı Medeniyetinde korkunç bir felaket olarak değerlendirilmiştir. Orta Çağda akıl hastaları toplumdan tecrit edilmişlerdir. Bu nedenle de hastalar kuşkusuz çok büyük bir ahlaki yargılar bütününün etkisine girmiştir. Akıl hastası olan bireyler toplumun düzen ve huzurunu bozduğu, kötü ruhun temsilcisi olduğu için kentlerin dışına atılmışlar, uzaklara giden tüccar gruplarına emanet edilmişlerdir. Hatta bu dönemlerde yüklerinin yanı sıra akıl hastalarını da bir şehirden başka şehre taşıyan gemiler de kullanılmıştır (10).
Orta Çağ Avrupa’sının ruhsal bozukluğu olan bireye yönelik olumsuz, yargılayıcı tutumları devam ederken, İslam topluluklarında ve Türkler de dini düşüncenin de etkisi ile olumlu, hoşgörü içeren tutumlar bulunmaktadır. Ruhsal bozukluğu olan bireye yardım edilmesi, hatta diğer şahıslardan daha fazla korunması gerektiği kabul edilmiştir. Selçuklular devrinde, ruhsal bozukluğu olan bireylerin tedavisi ile uğrasan hastane-köylerin varlığı bilinmektedir. Yine, Selçuklular ve ilk Osmanlılar
döneminde “Şifahaneler” kurulmaya başlamıştır (3). İlk olarak 1205 yılında Kayseri’de sonrasında 1217’de Sivas, 1272’de Kastamonu ve 1308’de Amasya’da kurulmuştur. Bu şifahaneler ilk olarak “tekke” şeklindeki yapılardı ve amacı ruhsal bozukluğu olan bireyi tedavi etmeye yönelik çeşitli alternatifler sunmaktı. Buralarda “hidroterapi” olarak da bilinen ve hastaların bol su ile temas etmesinin sağlandığı hamamlar mevcuttu (11). Ruhsal bozukluğu olan bireyleri tedavi eden tekke şeyhleri, hatta bu işi kendilerine nesiller boyunca görev almış aileler olmuştur. Osmanlılar döneminde de bu gelenek sürdürülmüş, ruhsal bozukluğu olan bireyler toplumdan uzaklaştırılmamış, hapsedilmemiş ve kötü muamele görmemişlerdir. 1470 yılında özellikle ruhsal bozukluğu olan bireye hizmet vermeyi planlayan bir hastane açılmıştır. Bu hastaneleri dönemin ünlü Fransız psikiyatri uzmanları ziyaret etmişlerdir. Kurulan şifahaneler, bimarhaneler ve tımarhaneler kentlerin en merkezi yerlerinde, sosyal, ekonomik, kültürel, dinsel etkileşimin en yoğun olduğu noktaya cami-medrese-hastane üçlüsü olarak yapılmıştır. Osmanlı Tıbbında ruhsal bozukluklarla ilgili bilinen ilk sınıflamayı Mukbilzade, 1437’de yapmıştır. Özellikle 15 ve 16. yüzyıllarda birçok hastane açılmıştır. Bu hastanelerde hastalara iyi bakım verildiği, müzikle tedavi edildiğini belirten yayınlar vardır. Sultan II. Beyazid zamanında, Edirne’de ikinci ruh sağlığı hastanesi kurulmuştur. Bu hastanede ruhsal bozukluğu olan bireye özel odalarda hizmet sunulmuştur. Evliya Çelebi, “Seyahatname” eserinde bu hastanenin müzik, flüt, zil, harp ve kemanlar eşliğinde şarkılar söylenerek bireye terapi yapan kurumlar olduğundan bahsetmiştir (11).
Rönesans döneminde ise; Avrupa’ da 12. ve 13. yüzyıllardan başlayarak, sanatta, kültürel yasamın her kesiminde gücünü dinden alan otokratik ve feodal kuruluşların egemenliği giderek zayıflamaya başlamıştır. Ayrıca artık büyücü avı, akıl hastalarını şeytanın temsilcisi diye yakma gibi uygulamalar sonlanmıştır (3). 17. yüzyılın ortalarından itibaren ruhsal bozukluğu olanları kapatma ve kapalı yerleri onların doğal yeri olarak gören bir anlayış ortaya çıkmıştır. Akıl hastaları yakılmaktan kurtulmuş, ancak bu kez de son derece kötü mekanlara kapatılmaları söz konusu olmuştur (10,12).
Ülkemizde, ilk çağdaş psikiyatri eğitimi 1898’de Gülhane Askeri Tıp Okulu’nda Râşit Tahsin ile başlamıştır. Mazhar Uzman ise onu izlemiştir. Mazhar Uzman, 1927 yılında Toptaşı Tımarhanesini Bakırköy’e taşımıştır (2,3). Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından Türk psikiyatrisinin eğitiminde reform niteliğinde değişiklikler görülmüştür. Psikiyatri nörolojiden ayrılarak ayrı bir dal olmuştur. Türk psikiyatrisinde Kraepelin’in modeli özellikle tanımlayıcı psikiyatride öncü olmuştur (11).
20. Yüzyılın ikinci yarısında, sosyal çevrenin birey üzerindeki etkileri incelenmiştir. Fiziksel ve farmakolojik yöntemlerin kullanımıyla birlikte, hastaların topluma daha çabuk dönebileceği görüşü yaygınlaşmıştır. Tıp bilimi ruhsal bozukluklarla daha fazla ilgilenmeye, daha fazla araştırma yapmaya ve de bu alana sosyal çalışma, psikoloji, hemşirelik daha aktif olarak girmeye başlamıştır. Uzamış kurumsal bakımın zararlı etkileri konusunda görüşler belirmiş, buna paralel olarak “Toplum Psikiyatrisi’ne” önem verilerek 24 saat hizmet veren kurumlar, kısmi hastane tedavisi (gündüz, gece, hafta sonu hastaneleri gibi), ayaktan tedavi klinikleri, acil servisler ve eğitim birimlerini içeren Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri kurulmaya başlamıştır (13). Bostancı’nın (12) belirttiğine göre, Sullivan, 1930’larda psikozların tedavisinde sosyal çevrenin önemini vurgulayan çalışmasında, şizofrenlerin anlayışlı, hoşgörülü, toleranslı, kolay ilişki kurabilen insanların arasına alındıklarında psikozlu birisi gibi davranmadıklarını saptamıştır.
_________________________
Kaynaklar ve İleri Okuma:
1) Gül Ergün, (2005), Psikiyatri Servislerinde Çalışan Hemşirelerin Şizofreni Tanısı Almış Bireylere Bakış Açıları, Yüksek Lisans Tezi, Akdeniz Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Antalya
2) Berksun, O. E. (2001). Akıl hastaları ve hastalıklarına karşı tutumlar: eğitim, insan ve hasta hakları açısından bir hatırlatma.
3) Öztürk, O. (2001). Ruh Sağlıgı ve Bozuklukları. 8. Basım, Ankara, Feryal Matbaası, ss:1-15.
4) Ehrenreich, B.,& English, D. (1992). Cadılar, Büyücüler ve Hemşireler. Çev: E., Ugur. İstanbul, Kavram Yayınları, ss:7-30.
5) Varcarolis, E.M. (1998). Foundations of Psychiatric Mental Health Nursing. 3rd Edition, Philadelphia, Sounders Company, pp:1-25.
6) Videbeck, S.L. (2001). Psychiatric Mental Health Nursing. Philadelphia, Lippincott Company, pp:1-34.
7) Boyd, M. A. (2002). Psychiatric Nursing, 2nd Edition, Philadelphia, Lippincott Williams& Wilkins, pp:10-11, 26-27.
8) Gülseren, L. (2002). Şizofreni ve aile; güçlükler, yükler, duygular, gereksinimler. Türk Psikiyatri Dergisi, 13(2): 143-151.
9) Ulusoy, M.F., & Görgülü, S. (1996). Hemşirelik Esasları. 2. Baskı, TDFO Ltd. Sti., Ankara, ss:1-4.
10) Yıldırım, S. (2001). Psikiyatri tarihi. (On-line).
11) Volkan, V. (1975). World history of psychiatry. Ed: J.G. Howells, London, Macmillan Publisher, pp:383-399.
12) Bostancı, N. (2000). Psikiyatri ve psikiyatri dışı kliniklerde çalışan hemşirelerin ruh sağlığı bozuk olan bireylere karşı tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, İstanbul
13) Wahl, O. F. (1999). Telling is Risky Business. London, Rutgery University Press, pp:176-180.
Psikiyatri hemşireliği yüksek lisans öğrencisi ve acil servis klinik hemşiresidir.
Toplum ruh sağlığı, varoluşçuluk, evrimsel psikoloji, felsefe, tiyatro, tarih ve teknoloji sever.
Ruh sağlığına yönelik çeşitli hizmetlerde gönüllü olarak görev alır.
Hayat yolcusu, insan yavrusudur.
E-posta: enestapli@gmail.com