Ön yargılar, gündelik hayatımızda ve ilişkilerimizde olduğu gibi sosyo-politik dinamiklerde de sık sık karşımıza çıkan ve çeşitli ayrımcılıklara neden olabilen tutumlardır. İnsan bilimlerinden psikoloji de uzun zamandır ön yargı üzerine ayrıntılı çalışmalar yürütmüştür. Bu makalede sosyal psikoloji ve psikanalizden yararlanarak ön yargı ve ayrımcılık konularına psikolojik açıdan yaklaşılacaktır.
Psikolojik açıdan ön yargı ve ayrımcılık nedir, nasıl oluşur, hangi faktörlerle ilişkilidir?
Önce, âdet olduğu üzere tanımlardan başlayalım: Ön yargının iki temel bileşeni olduğu konusunda genel bir fikir birliği vardır:
1) Bir insan grubuna karşı temelsiz bir inanç ya da fikir olarak tanımlanabilecek bir kalıpyargı.
2) Kalıp yargıya eşlik eden güçlü bir duygulanım. Kalıpyargı, ön yargının bilişsel (cognitive) parçasıdır ve insan gruplarına dair genelgeçer, şablonvari inançları içerir.
Bir kalıpyargıya güçlü bir duygulanım da eşlik ederse, bir tutum olarak ön yargı oluşmuş olur. Ön yargıdaki duygulanım genellikle olumsuzdur (antipatik) ama olumlu (sempatik) duygular eşliğinde seyreden ön yargılar da mevcuttur. Ön yargı psikolojisine dair ilk kapsamlı açılımı yapan Allport, ön yargıyı “hatalı ya da esnek olmayan bir genellemeye dayalı antipati” olarak tanımlamıştır. Allport’un zamanından beri ön yargı psikolojisine dair teorileri çok daha incelikli bir hal almışlarsa da tanımın temel eksenleri değişmemiştir.
Ön yargı, eksik/hatalı bir yargılama süreci sonucunda oluşmuş, bir insan grubuna veya o grubun tekil üyelerine yönelik, genellikle olumsuz bir tutum olarak tanımlanır. Ayrımcılık ise, zihinsel bir olgu olan tutumdan farklı olarak gözlemlenebilir davranışlar düzeyinde tanımlanır. Bir insana ya da insan grubuna, belli bir özelliği nedeniyle eşitsiz/farklı muamele yapılması ayrımcılıktır.
Ayrımcılık, genellikle olumsuz (ayrımcılığa uğratılanı dezavantajlı kılacak) biçimde uygulanmasına rağmen, tam tersi, ayrımcılığa uğratılanı avantajlı kılacak ayrımcılık (örneğin kayırmacılık ya da eşitsizlikleri gidermek için uygulanabilen pozitif ayrımcılık) örnekleri de söz konusudur. Ayrımcılık, kişiler arası ilişkilerde ortaya çıkabileceği gibi, sıklıkla kurumsal/yapısal düzeyde de görülebilir.
Günümüz dünyasının makro düzeydeki en yaygın ön yargı havuzları milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik ve homofobidir. Görülebileceği gibi ön yargı ve ayrımcılık, kişiler arası ve toplumsal çatışma ve barış dinamikleri açısından merkezi önemde olan fenomenlerdir.
Rasyonellik – İrrasyonellik
Nasıl bir zihin yapımız var ki, bol miktarda ön yargı üretebiliyor? Ön yargılı olmanın iyi bir şey olmadığına ve ön yargılardan kurtulmamız gerektiğine dair genel bir kanımız vardır, ancak kötü haber şu ki, insan ön yargılardan tamamen kurtulması mümkün olmayan bir canlıdır. Örneğin, herhangi bir olay yaşadığımızda olayı inceler, değerlendirme yapar ve bir yargıya/karara varırız. Bunu da mecburen çeşitli kısa yollar, kestirimler (heuristic) kullanarak yaparız. Çünkü insan zihni bir bilgisayar gibi algoritmik çalışamaz. Bilgisayar, kapasitesindeki bütün bilgileri, bütün ihtimalleri elden geçirip değerlendirdikten sonra bir sonuca varır. İnsan zihni ise bunu yapma kapasitesine sahip değildir. İnsan zihni, kestirme yollar kullanarak çalışır. Kestirimci süreçler hız sağlar; ama hata yapmaya açıktırlar. Bu yapısal kısıtlılık yüzünden insan rasyonelliği sınırlıdır. Örneğin, kızgınlığın sosyal algıda daha çok kalıpyargı ve dolayısıyla ön yargı üretimine yol açtığı gösterilmiştir. Öte yandan, farkındalık alanımızın dışında işleyen bilinçdışı süreçlerin muhakemeyi ve davranışları etkilediği ve yine rasyonelliği kısıtladığını eklemek gerekir. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, insanın ontolojik olarak yabana atılamayacak derecede irrasyonellik potansiyeline sahip olduğu görülür. İrrasyonellik, ön yargı üretimi ve ayrımcılık için gerekli zemini sunar. Eğer insan önemli derecede irrasyonel bir canlıysa, ön yargı ve ayrımcılık bir kader midir? Kaderse, bu konuları çalışmayı, ön yargı ve ayrımcılığa karşı mücadele etmeyi bırakalım mı? Bu bir ontolojik zaaf ise, o zaman neden ön yargı ve ayrımcılığa yatkınlık konusunda insanlar arasında çok geniş bir çeşitlilik söz konusu? Ön yargıyı, ontolojik bir zaaf olarak tanımlamak, onun insan zihni ve kültüründen tamamen yok edilmesinin imkânsızlığına işaret eder. Ancak her insan ve sosyal grubun ön yargı ve ayrımcılığa yatkınlık dereceleri farklıdır. Herkes aynı derecede ön yargılı değildir, aynı derecede ayrımcı davranmaz; burada oldukça geniş bir spektrum vardır. Dolayısıyla, nedenleri anlaşılıp uygun müdahalelerde bulunulabilirse, ön yargı ve ayrımcılık tamamen yok edilemese bile çok ciddi derecede azaltılabilir.
Ne tür psiko-sosyal faktörler/süreçler ön yargı üretimine katkı sağlıyor?
İnsan gibi çok-katmanlı, karmaşık bir canlının ön yargı gibi karmaşık bir tutumuna dair bu sorunun cevabının da oldukça karmaşık olması kaçınılmazdır. Bu soruya klasik psikanaliz, bilinçdışı fanteziler, çatışmalar ve karakter yapısı gibi birey-içi, dinamik ve motivasyonel faktörler üzerinden; sosyal psikoloji ise grup özdeşimleri, iç-grup/dış-grup dinamikleri gibi daha çok bilişsel faktörler üzerinden cevap aramıştır.
Bireysel Düzeyde Ön Yargı
Ön yargı konusunda doğrudan klasik psikanalizden oldukça etkilenmiş ilk yaklaşım, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi ideolojisinin nasıl kitleselleşebilmiş olduğunu araştıran Adorno ve ekibinden gelmiştir. Adorno ve arkadaşları, otoriter kişilik yapısının ön yargı üretiminde çok etkili olduğunu savunmuşlardır. Otoriter kişilik boyutları olarak, öteki sosyal gruplara ve azınlıklara yönelik ön yargı, kendi sosyal grubunu yüceltme, politik-ekonomik muhafazakarlık ve anti-demokratik tutumlar tanımlanmıştır. Bu yaklaşımda altta yatan psikanalitik varsayım, çocukluk dönemlerinde ebeveynleri tarafından baskılanmış/cezalandırılmış kişilerin, cinsellik ve/veya saldırganlık dürtüleriyle ilgili psişe-içi çatışmalarını dengeleyebilmek için otoriter bir kişilik geliştirdikleri ve bu kişilik üzerinden kendi geçmiş baskılanmışlıklarını başkalarına yansıttıkları şeklinde özetlenebilir.
Yıllar sonra otoriter kişilik yaklaşımından kökenlenen, ama bu sefer çok daha incelikli metodoloji kullanan iki araştırma çizgisi ortaya çıkmıştır:
1) Altemeyer, gelenekselcilik, otoriter saldırganlık ve otoriter itaatkarlık gibi boyutları olan sağ-kanat otoriterliğin, ön yargı oluşumuna katkıda bulunan önemli bir kişilik boyutu olduğunu göstermiştir.
2) Sidanius ve Pratto ise kendi sosyal grubunun diğer gruplara hâkim/üstün olmasını tercih etmek şeklinde tanımlanan sosyal hâkimiyet yöneliminin ön yargı oluşumuna katkıda bulunan ayrı bir önemli kişilik boyutu olduğunu göstermiştir.
Bu ve benzeri araştırmalar sonrasında, bu iki kişilik boyutunun birbirinden özerk olduğu ve iki farklı tip otoriter kişilik örgütlenmesine işaret ettiği düşünülmüştür: Sırasıyla boyun eğen ve baskın. Her iki tip de ön yargı oluşturmaya katkıda bulunur.
Karakterolojik psikanalitik bir yaklaşımla, Young-Bruehl üç değişik karakter/kişilik örgütlenmesinin üç farklı tarzda ön yargı oluşumuna neden olacağını savunmuştur. Obsesif/paranoid tarz, katı kişilik yapısı nedeniyle ötekiyle rahat, esnek ve eşit ilişki kuramayan, ötekinden kolayca kuşkulanan bir kişilik tarzıdır. Bu tarzın ürettiği ön yargılar, daha katı ve istikrarlı, değişime oldukça dirençli ön yargılardır. Histerik tarz ise, obsesif tarzın tersine oldukça izlenimsel, değişken ve duygu kabarmalarıyla seyrettiği için bu tarzın oluşturduğu ön yargılar da istikrarsız ve değişkendir. Narsisistik kişilik tarzının oluşturduğu ön yargılar ise, kendisi ve başkaları için değersizleştirme yüceltme ekseninde salınır, gerçekçi/makul orta yol çok mümkün değildir. Young-Bruehl’in yaklaşımında, ön yargının anlaşılabilmesi için ben-öteki ya da biz-öteki konumlanmalarına ek olarak değişik kişilik tarzları şeklinde örgütlenmiş bilinçdışı arzu ve fantezilerin de incelenmesi önerilmektedir. Klasik psikanalitik yaklaşımlar, ön yargı konusunda bize önemli içgörüler kazandırsalar bile, meseleyi temel olarak birey-içi ve dürtü-temelli görmeyi aşamadıkları ve sosyal grup süreçlerine dair kapsamlı bir açıklama getiremedikleri için ciddi sınırlılıklar içerir. Ancak bilinçdışı dinamikler, kişilik tarzı, narsisizm ve savunma mekanizmaları gibi psikanalitik kavramlar kapsamlı bir ön yargı teorisi için vazgeçilmezdir.
Sosyal Düzeyde Ön Yargı
Sosyal grup dinamikleri üzerinden ön yargı konusuna baktığımızda, en önemli katkıyı sosyal kimlik teorisinin çerçevesinde gerçekleştirilmiş araştırmaların yapmış olduğu görülür. Bu teoriye göre, insanlar kendi gruplarıyla (iç-grup) özdeşim kurarlar, onu daha değerli bulurlar; diğer grupları (dış-grup) daha değersiz bulurlar. Bu dinamikte iki temel kurucu faktör ön plana çıkar: Sınıflandırma ve özdeğer.
Sınıflandırma (Categorization)
İnsan canlısının dünyayı, çevresini ve kendini anlayabilmek ve konumlandırabilmek için bilişsel olarak sınıflandırma yapmaya (kategorileştirmeye) ihtiyacı vardır. Sosyal ilişkileri de çeşitli özellikler üzerinden sınıflandırırız ve kendimize benzediğini düşündüklerimizle bir sosyal grup oluştururuz ya da verili kimi sosyal grupların içine doğar ve onlarla değişik derecelerde özdeşim kurarız. Sorun şu ki; insan canlısı kategoriler-arası farklılıkları abartmaya ve kategori-içi farklılıkları küçümsemeye eğilimlidir. Bu sayede iç-grup kendi içinde, dış-grup da kendi içinde tektipleştirilir (homojenizasyon) ve iç ve dış gruplar arasındaki farklar büyütülerek, iki grup arasındaki mesafe açılır. Ek olarak, insanlar diğer insanları öncelikle cinsiyet, yaş, deri rengi, anadili gibi görünür özellikleri üzerinden etiketlemeye ve sınıflandırmaya eğilimlidirler. Böylece bu özellikler kolayca sosyal grupların/kimliklerin kurucu özellikleri olabilirler ve bu özellikler üzerinden iç-dış gruplar arasında katı ayrım çizgileri çizilebilir.
Özdeğer (Self-Esteem)
Kendimizi iyi hissedebilmek (özdeğerimizi yüksek tutabilmek) için iç-grubumuzu dış-gruplara göre daha fazla kayırırız. İç-grup (biz), dış-gruplardan (onlardan/ötekilerden) daha iyidir/üstündür/değerlidir; dolayısıyla grubumla özdeşim içinde olan ben de iyi/üstün/değerli hissedebilirim. Bu çerçevede iç-grubuma pozitif ön yargı geliştirip kayırmacı davranırken, dış-gruplara negatif ön yargı geliştirip ayrımcı davranabilirim. İç-grupla özdeşim düzeyi ne denli artarsa, dış-gruplara karşı geliştirilen ön yargı ve ayrımcılıkların dozu da o denli artar. Sosyal psikoloji alanında yapılmış araştırmalara dayanarak, gruplar arası ilişkilerdeki ön yargı ve ayrımcılık üreten bu katı iç-dış ayrımının, belirli koşullara sahip gruplar arası temas ile yumuşatılabileceği gösterilmiştir. Bu koşullar, eşit statüde olmak, ortak amaçlara sahip olmak, bir eylem üzerinden işbirliği yapmak ve gruplar arası çatışma durumunda bir otoritenin yaptırım gücünü elinde bulundurması şeklinde tanımlanmıştır . Evrim psikolojisi açısından bakıldığında, insan canlısının onbinlerce yıl süren evrim serüveninde sosyal grup aidiyeti, hayatta kalma ihtimalini arttıran çok önemli bir faktör olarak görünmektedir. İnsanlık tarihinin çok büyük bölümünde grup dışına atılmak ölümle eşdeğerdir. Dolayısıyla sosyal grup aidiyeti ihtiyacının biyo-psiko-sosyal bir ihtiyaç olduğu söylenebilir. Evrimsel açıdan, hayatta kalmak için iç-grup ahengini/dayanışmasını arttırmak ve dış-gruplara karşı dikkatli/kuşkucu davranmak önemlidir.
Kaynak:
- Paker, Murat. “Psikolojik Açıdan Önyargı ve Ayrımcılık.” 41-52(2012).
1 thought on “Psikolojik Açıdan Ön Yargı ve Ayrımcılık”