Kinem Tokdemir’in 2018 yılında “Kötü kadın/iyi kadın zıtlığı: Masallarda cadı prototipinin incelenmesi” isimli yazdığı yüksek lisans tezinden alınan verilere göre:
Toplumsal cinsiyet (gender) tanımı ilk kez Amerikalı feministler tarafından kullanılmıştır. Bu kavram “cinsiyet” ya da ruhsal “farklılık” gibi terimlerin kullanılmasında biyolojik determinizmi reddetmektedir. Kavram, başlangıçta cinsiyet kavramının zıttı olarak kullanılmaktaydı. Buna göre cinsiyet kadın-erkek arasındaki biyolojik ve anatomik farklılıkları ifade etmekteydi. Toplumsal cinsiyet ise bunun tersine cinsel kimliklerin oluşumunu toplumsal ve kültürel olarak inşa edildiğini vurgulamaktadır.
Bu bağlamda biyolojik veriler, cinsiyeti eril-dişil olarak ayırmaktadır. Kültürel anlamda ise, eril-dişil ayrımı erkek-kadın ayrımına dönüşmektedir. Böylece toplumsal anlamdaki cinsiyet tanımı biyolojik tanımından ayrılmış olur. Çünkü bu veriler cinsler arasında köklü bir ayrımcılığa yol açmakta; kadınların doğası gereği güçsüz, savunmasız ve zayıf olduğunu iddia etmektedir.
Biyolojik verilerin neden çözüm olamayacağını dile getiren Beauvoir’ın bakış açısına göre, bu veriler aynı zamanda kadının neden “öteki” cins olduğunu da açıklayamamaktır. Ona göre bu veriler kadının kendi öyküsünde başrolü oynar. Ancak bu verilerin kadınların “alınyazısı” olduğu fikrine katılmamaktadır.
Toplumsal cinsiyet kavramı her ne kadar biyolojik verilerden bir farklılığı ifade ediyor gibi görünse de bu doğru değildir. Öyle ki Hartmann, mevcut cinsiyet/toplumsal cinsiyet sistemini “patriyarka” olarak adlandırmaktadır.
Toplumsal cinsiyet rollerinin cinslere göre dağılışı biyolojik verilerden farklı değildir. Kadınlar aynı şekilde ev işleri, çocuk doğurma ve bakımı, ücretli iş gücü piyasasına katılamama ya da erkeklere nazaran daha az katılma gibi kalıpların dışına çıkamamaktadır. Bir önceki kısımda da değindiğimiz gibi tüm bu sorumluklar kadınlardan beklenmektedir. Hatta bu işler “kadın işleri” olarak nitelendirilmektedir. Kadın ücretli bir işte çalışsa bile kadın işleri yine ondan beklenmektedir.
Hartmann’a ek olarak Scott’un bakış açısına göre ise, toplumsal cinsiyet en basit anlamda “kadınlar” ile eş anlamlıdır. Ona göre, kadın tarihi üzerine yazılmış akademik yazıların birçoğunda “kadınlar” sözcüğü yerine “toplumsal cinsiyet” kavramı kullanılmıştır. Anlaşılan o ki, kavramın kendisi cinsler arası ayrımcılığı ortadan kaldırmaktan ziyade kültürel anlamda tersi bir etki yaratmaktadır. Dolayısıyla kadın-erkek arasındaki eşitsizlik ortadan kaldırılmaktan ziyade daha da derinleşmektedir.
Toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkeklere ilişkin rollerin toplumsal olarak ifade ettiği “kültürel inşalar”a işaret etmektedir. Ancak Scott’a göre, toplumsal cinsiyet, cinsiyeti olan bir bedene zorla kabul ettirilmiş toplumsal bir kategoridir. Scott’un, bu görüşü dikkate değerdir. Çünkü tamamen kültürler tarafından belirlenen bu roller yine kültür tarafından inşa edilmektedir. Aynı zamanda kadınlara “zorla” kabul ettirilmektedir.
Ancak, Judith Butler “inşa” sözcüğünü sorunlu bulmaktadır. Butler’ın bakış açısına göre, feminist kuramcılar toplumsal cinsiyeti kültürel inşalar olarak kabul etmektedir. Böylesine bir kabul ediş bedenlerin kültürel yasalara karşı edilgin olduğu anlamına gelmektedir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyeti “kültür” ve “inşa” kelimeleriyle tanımlamak hatadır. Çünkü bu yasa dizisi eskiden “biyoloji kaderdir” formülasyonu yerini “kültür kaderdir” formülasyonuna bırakmaktadır.
Butler’ın toplumsal cinsiyet eleştirisi özellikle heteroseksüelliği dayatan sınırlara karşı bir eleştiridir. Çünkü toplumsal cinsiyet kavramı erilliğe ve dişiliğe dair fikirlerle sınırlıdır. Bu kategorileşme transseksüel, lezbiyen, gey gibi kimlikleri kapsamamaktadır. Böylece toplumsal cinsiyet, heteroseksüelliğe hizmet etmektedir.
Sonuç olarak toplumsal cinsiyet kavramına feminist kuramcılar tarafından eleştiriler yöneltilmektedir. Kavramın kendisi biyolojik anlamda cinsler arası eşitsizliği ortadan kaldırmaktan ziyade toplumsal anlamda bir eşitsizliğe yol açmaktadır. Öte yandan masallarda da kadınlara ve erkeklere toplumsal cinsiyet rollerine uygun roller düşmektedir. Eşitsizlik sonucu kadınlara ev içinde birçok sorumluluk yüklenmekte ve kadınlar özel alana hapsedilmektedir.
Kamusal/Özel Alan Zıtlığı (Dikotomisi)
Kamusal/özel alan ayrımı nosyonu, özellikle radikal feministlerce ortaya atılan “kişisel alan politiktir” sloganıyla dikkat çekmiştir. Bu sloganla birlikte radikal feministler kadınların erkeklerle olan kişisel ilişkilerini bir şekilde değiştirmeleri gerektiğini savunmaktadırlar.
Kadınların erkeklerle olan ilişkileri özel ve kamusal alanlarda farklılaşmaktadır. Çünkü iktidar söylemleri yalnızca kadın-erkek ilişkilerinde ortaya çıkmamaktadır. Erkek egemenliği özel alan dışında kamusal alanda da inşa edilmekte ve sürdürülmektedir.
Erkekler sahip olduğu gücü ve egemenliği özel ve kamusal alanda kullanmaktadır. Dolayısıyla özel alanda gerçekleşen cinsel saldırılar, tacizler, kadına şiddet, cinsiyet ayrımcılığı gibi olaylar siyasal alana dahildir. Erkekler ev içinde kadınların cinselliklerine müdahale ederken; ev dışında da ekonomik ve toplumsal yaşamlarına müdahale ederler. Bu nedenledir ki feministler kamusal/özel alan ayrımını eleştirmektedir. Çünkü bu ayrım kadını erkek karşısında ikincil konuma yerleştirilmektedir.
Nihayetinde “ev-özel alan-dişil alan” ve “ev dışı-kamusal alan-eril alan” ayrımına ulaşabiliriz. Bunun yanında kamusal/özel ayrımı içerik bakımından karmaşık bir yapı da sergilemektedir. Bu ayrım ayrı alanlar nosyonu ile ilişkilidir. Bu kavramlar statik değildir. İstikrarsız ve değişebilir olmalarına rağmen dil, formel kurumlar, örgütlenme biçimleri, mali sistemler, aile ve akrabalık örüntüleri üzerinde güçlü maddi sonuçlara yol açmışlardır.
O halde neden kamusal/özel alan zıtlığı feminist kuramcılar tarafından eleştirilmektedir? Öncelikle kavramları birbirinin zıttı olarak karşı karşıya yerleştirmek hatalı bir sonuca ulaşmaya neden olmaktadır. Ev ve işyeri şeklinde bir karşılaştırma yapmak yanılgıdır. Çünkü kavramsal olarak ev kadını ve ev ideolojisinin başka bir yarısı yok gibidir. Diğer bir hata ise kamusal/özel alanın kilise, gönüllü dernekler, özel işletmeler ya da profesyonel iş yerleri gibi özel kuruluşlara karşılık, kamuyu temsil eden devlet üzerine tartışmaların yoğunlaşmasıdır.
Davidoff’un belirttiği gibi kamusal/özel alan ayrımının yol açtığı her iki hata, özel alanın “ev” ile eş tutulmasıdır. Öyle ki kadınlık, içinde yaşadığımız toplumda yaş, eğitim, sınıf gibi birçok faktörden bağımsız olarak “ev” üzerinden tanımlanır. Bu sebeple, ev ve ev içinde kadının sorumluluğu olduğu düşünülen ev işleri, kadının kendisinden ayrı düşünülemez.
Ev işlerinin kadın işleri olarak görülmesi kadının “ev kadını” olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Bir kadına çalışıp çalışmadığı sorulduğunda eğer çalışıyorsa yalnızca bunu belirterek ev kadını olduğunu eklemez. Eğer ki ücretli iş gücüne dahil değilse ev kadını olduğunu söyler ve işsiz olduğunu ekleme ihtiyacı duymaz. Burada sorun kadının ücretsiz ev emeğinin bir karşılığı olmamasıdır. Ayrıca harcanan bu emek “dişil” karakterlidir ve ev işleri kadın ile bir bütündür. Elbette bu durum istisnalara açıktır ancak çalışmayan bir erkeğin ben ev erkeğiyim dediği duyulmamıştır.
Böylece, bazı toplumsal davranış, işlev, konum ve pratiklerin eril, bazılarının ise dişil anlamlar taşıdığını söyleyebiliriz. Mesela makine kullanımı “eril”, ev temizlemenin “dişil” anlamlar taşıması gibi. Fakat ev işlerinin değersiz, makine kullanımının ise değerli olduğu fikri yaygındır.
Dişil ve eril ayrım, aynı zamanda belirtilen işlev, konum ve pratiklerin birbirlerinin yerine ikame edilmemesi anlamını da taşır. Bu anlamda bir erkeğin kadın işi yapması gülünç karşılanırken; kadının erkeğin işini yapması alışıldık bir durum değildir. Bir erkeğin cam silmesi ya da sofra kurması çevredeki insanlar için alışıldık bir durum olmadığı gibi bu tür kadın işlerinin erkekler tarafından yapılması dalga konusu olmaktadır.
Kadın işi kadının bedeniyle özdeşleştirilerek “elinin hamuruyla erkek işine karışmaması” beklenir. Kadının doğası gereği zayıf olduğu inancı onun erkek işlerini kaldıramayacağı düşüncesine yol açmaktadır. Oysa günümüzde erkeklere oranla daha kısıtlı bir seviyede olsa da kadınlar “erkek iş”lerinde çalışabilmektedir. Bu bağlamda toplumsal düzeyde kadının kamusal alanda daha fazla görünmesi isteniyorsa bu toplumsal dönüşümün önce ev içinde başlaması gerekmektedir. Özgürlüklerin kazanılması, hakların elde edilmesi, demokratikleşme ve daha eşitlikçi bir toplum için bu gereklidir.
Nihayetinde masallarda her ne kadar dikkat dikkatimizi çekmese de kadınlar etrafında dönen olayların birçoğu ev içinde gerçekleşir. Kadın evde dikiş diker, cam kenarında beyaz atlı prensini bekler. Kadının ev dışına adım atması ise ya kötülüğe dair bir suç, hata yapmış olması ya da kötü bir kadının şirretine maruz kalmasıyla mümkün olmaktadır. Diğer yandan kötü kadınlar ve cadılar için ev içi-ev dışı ayrımı geçerli değildir. Cadı istediği yere, istediği zaman ve istediği şekilde gidebilmekte; eril alanda görünmekten çekinmemektedir. Erkek ise kamusal alanda kahramanlığa giden yola ilk adımlarını atar.
Kaynakça ve İleri Okumalar:
- Tokdemir, K. (2018) Kötü kadın/iyi kadın zıtlığı: Masallarda cadı prototipinin incelenmesi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Bolu.
Psikiyatri hemşireliği yüksek lisans öğrencisi ve acil servis klinik hemşiresidir.
Toplum ruh sağlığı, varoluşçuluk, evrimsel psikoloji, felsefe, tiyatro, tarih ve teknoloji sever.
Ruh sağlığına yönelik çeşitli hizmetlerde gönüllü olarak görev alır.
Hayat yolcusu, insan yavrusudur.
E-posta: enestapli@gmail.com