Travma kavramı bireyin ruhsal ve bedensel varlığını çok değişik biçimlerde sarsan, inciten, yaralayan her türlü olayı adlandırmak için kullanılmaktadır. 18. yüzyılda ve öncesinde travmanın psikolojik etkisinin olduğu düşünülmemiş ve travma sonrası psikolojik sorun yaşayan kişilerin mental bir hastalığı olduğuna inanılmıştır. Psikolojik sorun yaşayan kişinin ya kişiliğinde bir sorun vardır ya da biyolojik temelli bir rahatsızlığa yakalanmıştır; yani her iki durumda da sorunun nedeni kişinin kendisidir. Mental olarak sağlıklı kişilerde ise ciddi düzeyde stresli bir olay yaşandığında, kişinin bir süre zorluk yaşasa bile tamamen iyileşeceği varsayılmaktadır. 1870 yılındaki Fransa-Prusya savaşına kadar stresli yaşam olaylarının kalıcı bir psikiyatrik rahatsızlığa yol açmasının mümkün olmadığı kabul edilirken, bu savaş sonrasında cepheden dönen askerlerin ruhsal sorunlar yaşaması psikiyatristlerin ilgisini çekmiştir. Travmanın fiziksel hasar dışında psikolojik etkilerinin olabileceği düşüncesi ilk kez bu savaştan sonra ortaya çıkmış ve bu askerlerdeki belirtiler tanımlanmaya çalışılmıştır. Daha önce bir rahatsızlığı olmayan askerlerin savaş sonrasında tepkilerinin azaldığı, cephede yaşadığı olayları tekrar yaşantıladığı ve savaş öncesinde keyif aldığı durumlarla ilgilenmediği psikiyatristler tarafından gözlemlenmiştir. Psikiyatristler bu hasta grubuna ilk kez “travmatik nevroz” tanısını önermiştir.
Travmanın psikolojik etkileriyle ilgili ilk araştırmalar ise histeri rahatsızlığı olan hastalarla yapılmıştır. Bu çalışmaları ilk yapan kişi Fransız nörolog Jean-Martin Charcot’dur. Charcot’un histerik belirtilerin nedenlerini açıklamaya çalıştığı hastalar şiddet, tecavüz ve işkence sonucu Salpetriere’e sığınmış genç kadınlardır. Salpetriere’de birçok kişinin toplandığı alanda histerik hastaların belirtilerini gösteren sunumlar yapmıştır. Salpetriere, çeşitli travmalardan etkilenen ve şiddetten kaçan kadınlara güvenli bir ortam sağlamıştır.
19. yüzyıl sonunda birbirlerinden bağımsız olarak çalışan Janet ile Freud benzer çıkarmalarda bulunarak; travmatik olaylara verilen duygusal reaksiyonların bilinç durumunu etkilediğini ve değişen bilinç durumu sonucunda histerik belirtilerin ortaya çıktığını savunmuştur. Bilinç durumundaki bu değişiklik Janet tarafından “çözülme”, Breuer ve Freud tarafından ise “ikili bilinç” olarak adlandırılmıştır.
Psikolojik travmanın yeniden dikkat çekmesi Birinci Dünya Savaşı’ yla olmuştur. Tüm dünyayı derinden etkileyen ve birçok insanın öldüğü birçoğunun da yaralandığı ya da kaybolduğu bu savaş, uluslararası bir travma olarak dünya tarihinde yerini alırken; diğer bir yandan da travmanın psikiyatrik etkilerinin daha iyi öğrenilmesine vesile olmuştur. Zor koşullarda savaşmış erkeklerde de histeriye benzer davranışlar görülmüş ve travmanın psikolojik etkileri tekrar bilimsel alanda ilgi çekmiştir. Savaşta silah arkadaşlarının ölmesine ve yaralanmasına tanık olan birçok askerde psikiyatrik belirtiler görülmüş ve birçok hastane bu askerleri yatırarak tedavi etmek zorunda kalmıştır. Birinci dünya savaşından sonra birçok gazinin psikiyatrik hastalığı olmasına ve hastanede tedavi görmesine rağmen sivil toplum da bu konuya yeterince ilgi göstermemiştir. Ancak daha sonra savaş gazileri “rap group” olarak isimlendirilen; psikolojik travmadan muzdarip gazilere teselli vermeyi ve savaşın etkileri hakkında farkındalığı arttırmayı amaçlayan örgütler kurmuştur. Bu örgütlenmeler psikiyatrik araştırmalar yapılmasında önemli rol oynamış ve psikiyatristler travma konusuyla yakından ilgilenmeye başlamıştır.
1970’ten önce, sosyal hayattaki kadınların durumu göz ardı edilmiş ve travma sonrası ruhsal bozukluğun sivil hayattaki kadınlarda da görülebileceği düşünülmemiştir. Cinsel ya da ev içi yaşam hakkında konuşmak sosyal yaşamda kabul görmediğinden, şiddete maruz kalan kadınlar yaşadıklarını anlatamamış veya güçlükle ifade etmiştir. Cinsel ve ev içi şiddet gizli kalmıştır ve bu da travmanın devam etmesine yol açmıştır.
Hem gazi derneklerinin çalışmaları hem de kadın hakları savunucularının şiddetin etkileri üzerine yaptıkları sosyal çalışmalar psikiyatristlerin travma konusunu tekrar değerlendirmelerini sağlamıştır; bu çalışmalardan elde edilen sonuçların değerlendirilmesiyle travmanın psikiyatrik bozukluğa yol açtığı bilimsel olarak kabul görmüştür. 1980’de Amerikan Psikiyatri Derneği (APA) travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) adlı yeni bir kategoriyi resmi mental bozukluklar kitabına almıştır ve ilk kez karakteristik travma sendromu psikiyatrik bir tanı olarak kabul edilmiştir. (DSM-III).
DSM-III de ilk defa TSSB ve buna bağlı olarak “travma” kavramı tanımlanmıştır. TSSB tanısı aslında nedensellik açıklamakta iddiası olmayan ve teoriye dayanmayan DSM-III için farklılık arz etmektedir. 1970 öncesi dönemde travmatik olaydan sonra oluşan psikiyatrik tablolar kişinin psikolojik ve biyolojik yapısı ile ilgiliydi ve travmatik olay sadece tetikleyiciydi. TSSB tanı kategorisinin tanımlanması ile birincil neden bilimsellik sebep kişi merkezli olmaktan çıktı ve olay (travma) merkezli hale geldi.
Tüm düzenlemelere rağmen DSM-III ve DSM-IV’te amaçlanan travmatik olayın ciddiyeti ve hayatı tehdit eden yönünü vurgulamak ve stres yaratan olayın ciddiyeti ile ilgili soru işaretlerini azaltmak olmuştur. 2013 yılında yayınlanan DSM-V’te travmatik olay ile travmatik olmayan olay ayrımını objektif olarak yapma çabası dikkat çekmektedir. DSM-V sayesinde travma ile ilgili bozuklukların tek bir grupta toplanmasını bu suni ayrışmanın düzeltilmesi girişimi olarak görülmektedir.
Kaynakça ve ileri Okumalar:
- Çolak B. , Kokurcan A. & Özsan H.H (2010). DSM’ler Boyunca Travma Kavramının Seyri. Kriz Dergisi. 18 (3): 19-25
- Kokurcan A. & Özsan H.H. (2012). Travma Kavramının Psikiyatrideki Seyri. Kriz Dergisi 20(1-3): 19-24
- Özen, Y. (2017). Psikolojik Travmanın Tarihi İnsanlık Tarihi Kadar Eski. The Journal of Social Science. Yıl:1, Cilt:1, Sayı:2
Psikiyatri hemşireliği yüksek lisans öğrencisi . Nöropsikoloji, psikoseksüel bozukluklar ve psikoterapi ilgi alanlı keşif sever.