Murat Yıkılmaz‘ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:
Varoluşçu psikolojinin ortaya çıktığı 20. yüzyıl sadece toplumsal, ekonomik ve teknolojik değişimlerin yoğun olduğu bir çağ değildir. Bireylerin ve toplumun ruh sağlığında da yoğun değişimler söz konusudur. Ford ve Urban’a ve May’e göre dünyanın farklı yerlerinde psikoterapistler insanların yardım arama nedenlerinin yerini Freud’un çağında sıklıkla görülen histeri, vb. durumlardan, yalnızlık, umutsuzluk, yabancılaşma, soyutlanma, anlam arayışı ve yakın ilişkiler kuramama gibi nedenlere bıraktığını fark etmeye başlamıştır. Bu yeni semptomlar karşısında o zamana kadar egemenliklerini sürdüren psikoterapiler ise her zaman yeterli yanıtları verememişlerdir. Bundan dolayı davranışçılık ve klasik psikanaliz ekollerinin insanı bir obje gibi algılama ve açıklama eğilimleri eleştirilmiştir.
Varoluşçu psikoloji bu değişimlerle beraber, Avrupa’da 1940’lı yıllarda ortaya çıkmış ve daha sonrasında Amerika’ya yayılmış olan bir psikoterapi/psikiyatri akımıdır. Ludwig Binswager ve Medard Boss adlı İsviçreli iki psikiyatrist Heidegger’in soyut ontolojisini ‘Daseinanalysis’ adıyla geliştirdikleri tedavi yaklaşımında kullanarak varoluşçu psikolojiye öncülük etmişlerdir. Varoluşçu psikolojinin, Amerika’da 1960’lara kadar yaygınlaşmadığı, ancak, Rollo May, Ernest Angel ve Henri Ellenberger’in ‘Existence: A New Dimension in Psychiatry and Psychology’ adlı kitabının 1958’de yayımlanmasının Amerikan varoluşçuluğunun miladı olduğu ileri sürülür. Varoluşçu psikolojinin diğer öncüleri ve önemli isimlerinin Viktor Frankl, James Bugental ve Irvin Yalom olduğu ve Marx, Husserl, Merleau-Ponty, Ortega y Gasset, Dostoyevsky, Kafka, Camus, Tillich, Otto Rank, Karl Jaspers, Eugene Minkowski, Ronald Kuhn, V. E. von Gebsattel, J. H. Van Den Berg, H. J. Buytendijk ve G. Bally’nin edebi ve felsefi düşüncelerinden beslenerek geliştiği ileri sürülür. Ayrıca varoluşçu psikoterapi psikanaliz ve psikanalitik kökenli Heidegger’in ontoloji adı verilen düşünce ekolünden esinlenilerek geliştirilmiş bir tedavi tutumunu tanımlar ve bu yüzden aralarındaki ilişkiye rağmen varoluşçu felsefe ile karıştırılmaması gerekir. Yukarıda anılan, temel çalışma alanları farklı kişilerden de anlaşılabileceği gibi varoluşçuluğa çok geniş kesim katkıda bulunmuştur.
Varoluşçu psikoloji alanyazınında bu kadar fazla ismin anılması Yalom’a göre varoluşçu psikolojinin gerçekte hiçbir yere ait olmaması ve evsiz bir çocuk gibi olması düşüncesiyle örtüşmektedir. Varoluşçu psikolojinin bir anayurdu, resmi bir okulu ve kurumu olmadığı için de tek bir otoriteye dayandırılamayıp, Sigmund Freud (Klasik Psikanaliz) ya da Carl Rogers (Danışandan Hız Alan Yaklaşım) gibi bir kurucusunun olmadığı ileri sürülmektedir. Dolayısıyla varoluşçu psikoloji ne Freud’un psikanalizi ne de Rogers’ın insancı psikolojiye yaptığı gibi hiç kimse tarafından etki altında bırakılmamıştır.
Davranışçılık ve klasik psikanalize yöneltilen, insanı bir birimler topluluğu olarak gördükleri ve belirlemeci oldukları yönündeki eleştiriler varoluşçuların insanların kendilerini bir meta gibi hissettikleri bir çağda yaşamaktan dolayı mutsuz oldukları yönündeki görüşleri ile örtüşmektedir. Ruh sağlığı fenomenlerinin ve semptomlarının değiştiği bir çağda varoluşçuluğun temel felsefesi süregelen psikoterapi yaklaşımlarından oldukça farklılaşmıştır.
Varoluşçu Psikoloji ve Diğer Psikoloji Kuramları
Varoluşçu psikoterapi, nedensellik, olguculuk, gerekircilik ve maddeciliği reddetmesi bakımından diğer yaklaşımlardan ayrılır. Ayrıca varoluşçu psikoterapi yaklaşımı diğer doğa bilimlerindeki nedensellik kavramının da psikiyatriye aktarılmasına karşıdır. Çünkü, insan parçalarından daha büyüktür; parçalarına ayırarak onu incelemek temel bir varoluşçu ilkeyi reddetmek demektir. Corey’e göre de varoluşçuluk klasik psikanaliz ve radikal davranışçılığın insan doğasına ilişkin belirlemeci bakış açısını reddeder. Nitekim May “insanı ve dünyasını anlamada geleneksel nesne-özne ikiliğini aşacak bir yaklaşımın” gerekliliğini vurgularken bu yaklaşımı reddeden varoluşçuluğu işaret etmektedir.
Varoluşçu psikoloji diğer terapi türlerleriyle başka benzerlikler ve farklılıklar da göstermektedir. Göka’ya göre varoluşçu terapi psikanalizin içinde ortaya çıkan pek çok yeni fikirin kapı aralamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu benzerlikler ve farklılıklara değinmek gerekirse; Örneğin Frankl’ın geliştirdiği “Logoterapi” varoluşçu bir terapidir. Frankl, Logoterapi’nin psikanalizden farklılığını, bir hastasının, psikanalizin ‘bir hastanın yatarak söylemesi hoş olmayan şeyleri söylemesine benzediğini, Logoterapi’nin bundan ne anlamda farklılaştığını sorması üzerine şöyle açıklar: “Logoterapi’de hasta dik oturabilir, ancak duyması hoş olmayan bazı şeyleri duyması gerekebilir.”
Frankl’ın logoterapisi psikanalizin haz istemi ya da bireysel psikolojinin üstünlük isteminden farklı olarak anlam istemi üzerine kuruludur. Terapi yolu ile anlam olarak tanımlanan geleneksel psikoterapi düşüncesinin tersine Viktor Frankl’ın Logoterapi’si anlam yolu ile terapi ilkesi üzerinde yükselir. Logoterapiye göre, insan aradığı anlamı bulursa acı çekmeye, özveride bulunmaya hayatını vermeye hazırdır. Terapi yolu ile anlam yaklaşımını temel alan yaklaşımlar (örn., psikanaliz) nevrozların ortadan kalmasını sağlamaktadır ancak anlam eksikliğini önemsemedikleri için nevrozların yok olmasıyla birlikte bir boşluk oluşmaktadır.
Cooper bir varoluşçu terapist ve eğitimci olarak varoluşçu terapinin ne olduğu kendisine sorulduğu zaman görüşlerini “birey merkezli terapi ile aynıdır, yalnızca biraz daha ızdıraplıdır” şeklinde ifade eder. Cooper, bu sorunun cevap verilmesi zor bir soru olmasını varoluşçu terapi teriminin farklı terapötik uygulamalara gönderme yapması ile açıklamıştır. Buna göre; Yalom’un varoluşçu terapisi danışanın nihai kaygılarla (ölüm, özgürlük, yalıtılmışlık, anlamsızlık) yüzleşmesini teşvik ederken van Deurzen’in varoluşçu terapisi, dünyada oluşun dört boyutunun (fiziksel, sosyal, kişisel ve ruhsal) keşfedilmesi için danışanı teşvik etmektedir. Frankl’ın varoluşçu analizi bireyin diğerlerine karşı sorumluluklarına odaklamayı; Bugental’ın varoluşçu insancı yaklaşımı ise bireyin öznel deneyimlerine odaklanmasını amaçlar. Bu nedenle, bu farklı yaklaşımlar, ‘varoluşçu psikoterapiler’ şeklinde tekil olmayan bir isimle anılırlar. Varoluşçu terapiler zaman zaman varoluşçu-insancı yaklaşımlar olarak da anılırlar. Ancak Geçtan 1960’larda Amerika’da gelişen insancı psikoloji olarak adlandırılan yaklaşımların varoluşçulukla aynı olduğunun ileri sürülmesinin yüzeysel değerlendirmeler olduğunu ve bilgisizlikle ilişkili olarak bir sınıflandırma hatası olduğunu ifade etmektedir.
Adler’in bireysel psikolojisinin varoluşçu psikoterapiler ile ortak noktası ise modern psikolojinin gerekirciliğine karşı duruşlarının benzer olmasıdır. Adler’e göre yaşantılar, başarı ya da başarısızlığın kaçınılmaz bir nedeni değildir. İnsana sıkıntı yaşatan, travmatik olayların şoku değil; yaşantılara yüklenen anlam yoluyla kişilerin bir tür kişisel yazgı yaratmalarıdır. Belirli yaşantıların tek başlarına gelecekteki yaşama temel yapılması da hatalı anlamlandırma anlamına gelebilir.
Sonuç olarak varoluşçu psikoloji ortaya çıktığı dönemde psikoloji dünyasında hâkim olan psikanaliz ve davranışçılıktan temel felsefesi bakımından oldukça farklıdır. Özellikle de bu kuramların belirlemeci eğilimlerine eleştiriler getirmiştir. Ancak, varoluşçu terapiye katkı sunan Adler ve Fromm gibi kuramcıların psikanaliz kökenli olduğu bilinmektedir. Hem bu bakımdan hem de psikanalizin psikodinamiklerinin yerine varoluşsal dinamikleri ve kişiliğin bölümleri olan id-ego-superegonun yerine de varoluşun üç boyutu olan umwelt, mitwelt ve eigenwelti koyması bakımından varoluşçu terapi ve psikanaliz birbirleriyle ilişkili görünmektedir.
Kaynakça ve İleri Okumalar:
- Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.
Gönderinin Yazarı

Psikiyatri hemşireliği alanında uzman hemşiredir.
Toplum ruh sağlığı, varoluşçuluk, evrimsel psikoloji, felsefe, tiyatro, tarih ve teknoloji sever.
Ruh sağlığına yönelik çeşitli hizmetlerde gönüllü olarak görev alır.
Hayat yolcusu ve insan yavrusudur.
E-posta: enestapli@gmail.com